Çanakkale İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü

Masallar

ASLANLA ÇAKAL

    Aslanla çakal arkadaş olmuşlar. Dağda bayırda geze geze yorulmuşlar, acıkmışlar.

Aslan demiş ki:

        — Çakal kardeş, bu böyle olmayacak. İyisi mi, bir av yapalım da karnımızı doyuralım.

    Neyse bunlar av peşinde dolaşırken, çayırda otlamakta olan yılkı atlarına rast gelmişler.

Aslan:

        — Tamam çakal kardeş, ben gideyim de şu yılkıdan bir at avlayayım da karnımızı doyuralım. Ama avlanmadan önce benim kızışmam gerekir.

        — Peki, ama aslan kardeş, sen nasıl kızışırsın? Aslan durduğu yerde gerinmeye, titremeye başlamış ve çakala dönerek:

        — Bak bakalım çakal kardeş, gözlerim kanlandı mı? demiş.

Çakal bakmış:

        — Evet aslan kardeş, gözlerin kanlanmış demiş.

Aslan:

        — Tamam öyleyse. Seyret bak, atı nasıl avlayacağım.

    Aslan kükreye kükreye atın yanına varıp, bir pençe atmış. At pençeyi yer yemez, yere yığılıp kalmış. Aslanla çakal kendilerine güzel bir ziyafet çekerek, karınlarını doyurmuşlar.

    Eh, gün geçmiş, zaman geçmiş; bizim iki kafadar yeniden acıkmışlar. Yine bir yılkıya rast gelmişler. Bu sefer çakal konuşmuş:

        —Aslan kardeş, geçen sefer karnımızı sen doyurdun. Bu sefer avlanmak sırası bende. Hem senin nasıl avlandığını da gördüm. Ben de senin yaptığın gibi kızışıp, av yapacağım.

    Aslan sesini çıkarmamış.

    Çakal aynı aslanın yaptığı gibi gerinmeye ve titremeye başlamış ve:

        — Bak bakalım aslan kardeş, gözlerim kanlandı mı? demiş.

Aslan bakmış:

        — Çakal kardeş, gözlerin kanlanmamış demiş.

        — Yahu boşver sen onu; kanlanmış de.

        — Eh, madem öyle dememi istiyorsun; peki öyleyse: Kanlanmış.

        — Tamam öyleyse. Seyret bak, atı nasıl avlayacağım.

    Çakal o hışımla, uluyarak atın yanına bir varış varmış ama at buna bir çifte atmış. Zavallı çakalın gözleri kan çanağına dönmüş. Çakalın başına gelenleri uzaktan seyreden aslan, çakalın yanına yaklaşmış ve:

        — Şimdi gözün kanlanmış işte çakal kardeş demiş.

    Çakala, geçenlerde ormanda rastladım. Baktım gözleri hala mosmor zavallının.

BİR AV MASALI

    Bir gün ormanda, tilkiyle tavşan karşılaşmışlar.

Tilki:

        — Tavşan kardeş, ben yalnız bir tilkiyim. Kimim kimsem yok. Bu koca ormanda, tek başıma dolaşmaktan, bıktım usandım. Gel seninle arkadaş olalım demiş.

    Tavşan, tilkinin bu teklifini kabul etmiş. Ormanda birlikte gezip dolaşmaya, yiyip içmeye başlamışlar.

    Gel zaman git zaman, tilki tavşanı hor görmeye, kötü söz söylemeye başlamış. Tavşan, arkadaşının kendisine söylediği kötü sözlere dayanamaz olmuş. ‘Dur hele. Gün olur, devran döner’ demiş içinden.        

    Günlerden bir gün, bunların karnı acıkmış. Ne yesek, ne yesek? diye düşünürlerken, tavşanın aklına bir fikir gelmiş:

        — Tilki kardeş demiş, gel dereye gidip balık tutalım. Bu gün de karnımızı balıkla doyuralım demiş. Tilki, tavşanın teklifini kabul etmiş.

    Irmak kıyısına vardıklarında, tilki sormuş:

        — İyi ama balık tutmak için oltamız yok ki bizim.

        — Sen hiç tasalanma tilki kardeş demiş tavşan. Oltaya ihtiyacımız yok. Senin kuyruğun var mı?

        — Var.

        — Tamam işte. Şimdi sen kuyruğunu dereye sokacaksın. Balıklar da senin kuyruğunu yem sanıp, yemeye çalışacaklar. Sen hemen kuyruğunu sudan çıkarıp, balığı kıyıya atacaksın. Tamam mı?

        — Tamam.

    Tilki, kuyruğunu suya salarak beklemeye başlamış. Bekle Allah bekle, bekle Allah bekle… (Söylemeyi unuttum. Aylardan, ocak ayıymış.) Tilki, kuyruğu suda beklemekten sıkılmış:

        — Ya tavşan kardeş, saatlerdir kuyruğum suda beklemekten usandım. Ne zaman gelecek bu balıklar?

        — Az bekle, az bekle.

    Tilki kuyruğu suda bekleyedursun, dere de soğuktan buz tutmuş bu arada. Tilki bir bakmış: Kuyruğu sudan çıkarmanın imkânı yok. Kuyruk da suyla birlikte buz tutmuş. Öte çekelemiş, beri çekelemiş; yok. Tilkinin kuyruğunun donması yetmezmiş gibi, kendisi de donmaya başlamış. Soğuktan, dişleri takır takır ederek:

        — Aman tavşan kardeş, ne olursun beni kurtar diye yalvarmaya başlamış. Tavşan iki adım geriye çekilerek:

        — Şimdi bana yalvarmanın faydası yok. Sen beni azarlayıp, sürekli aşağılarken, bu günün geleceğini de hesaba katmalıydın. Sen beni zavallı görüyordun ama bak şimdi zavallı durumunda sen kaldın. Kendini boşu boşuna zorlayıp durma; kuyruğun kopuverir. Sabretmeyi öğrenmelisin. Bak birkaç ay içinde bahar gelecek. Bu arada havalar ısınır. Buzlar da erir. Sen de kuyruğunu kurtarmış olursun demiş ve arkasını dönerek gözden kaybolmuş.

EN KORKAK KİM

    Hayvanlar da tıpkı insanlar gibidir. İnsanlar nasıl sevinip üzülürlerse, nasıl heyecanlanıp korkarlarsa, hayvanlar da öyle sevinirler, üzülürler, heyecanlanırlar, korkarlar.

    Korku deyince, aklıma, ak tavşanın korkusunu anlatan masal geldi. Size de anlatayım da dinleyin.

    Ormanın içinde, yalnız başına bir ak tavşan yaşarmış. Ak tavşan her şeyden korkarmış. Rüzgâr esse korkarmış, yağmur yağsa korkarmış; hatta karıncadan bile korkarmış. Ak tavşanın bu korkusunu bilen diğer hayvanlar da, onun bu huyuyla alay eder; onu sürekli korkuturlarmış. Ak tavşan artık yaşadığı korkulara dayanamaz hale gelerek: “Bu korkularla yaşamaktan bıktım, usandım. Kendimi göle atayım da kurtulayım” demiş ve göle doğru yola koyulmuş.

    Az gidiyor uz gidiyor, dere tepe düz gidiyor. En sonunda gölün kıyısına varıyor. Gölün kıyısında yuva yapmış olan kurbağalar, ak tavşanın kendilerine doğru geldiğini görünce, korkularından suya atlamışlar. Kurbağaların kendisinden korkarak suya atladıklarını gören ak tavşan: “Yahu benden korkakları da varmış. Ben de korkularımla yaşamayı, onları alt etmeyi öğrenmeliyim” diyerek, göle atlamaktan vazgeçmiş.

FERMANI OKU AHRETLİK

    Tilkiyle çakal ahretlik olmuşlar. Gez-dolaş; vakit geçmiş. Bizim iki kafadarın karınları acıkmış tabii. “Nasıl yapsak da karnımızı doyursak” diye düşünürken, tilki:

        — Bir fikrim var ahretlik demiş.

        — Nedir?

        — Ahmet Aga’nın bağına girip üzüm yiyeceğiz.

        — Yahu nasıl olur? Ahmet Aga bağını boş bırakmaz. Elinde tüfeğiyle, her gün bekler bağını.

        — Korkma ahretlik; padişahtan fermanım var. Padişah, istediğimiz bağdan üzüm yiyebileceğimizi fermana yazdı. Bize değil Ahmet Aga, hiç kimse karışamaz.

        — Öyle mi?

        — Öyle.

    Çakal ne yapsın? Uymuş tilkinin sözüne; girmişler bağa. Ora senin bura benim; başlamışlar üzümleri yemeğe. Onlar üzümleri yiyedursun, Ahmet Aga asma yapraklarındaki kıpırtılardan, bağa hayvan girdiğini anlamış. Tüfeğini kaptığı gibi, basmış kurşunu. Tilki, kurşun sesini duyar duymaz, tabanları yağlamış. Daha ne olduğunu anlayamayan çakal:

        — Padişahtan aldığın fermanı oku ahretlik diye tilkiye seslenmiş.

    Tilki:

        — Bırak şimdi fermanı. Bu toz duman içinde ferman mı okunur. Sen de tabanları yağla demiş.

    Çakal bakmış ki pabuç pahalı; o da başlamış kaçmaya.

    Geçen gün dere kenarına yattım, uzandım. Bir de ne göreyim: Bizim iki kafadar –önde tilki, arkada çakal- hala kaçmaya devam etmiyorlar mı? Şaştım kaldım.

HİÇ HİÇ

    Bir varmış bir yokmuş. Bir yaşlı nineciğin evinde şeker varmış, un varmış da tuz yokmuş. O zamanlarda tuzun adı “hiç hiç”miş. Ne yapsın ninecik? Bir sakar torunundan başka kimi kimsesi de yokmuş. Kasaba ise epeyce uzakmış. Uzak olunca, yaşlı ninecik torununu göndermekten başka çare bulamamış.

        — Aslan torunum benim! Kasabaya gidiver de bir kilo hiç hiç alıver demiş. Neyse, o günün parasıyla birkaç akçe vererek, torununu kasabaya yollamış.

    Sakar torun ne alması gerektiğini unutmamak için, hiç hiç diye bağıra bağıra kasabaya doğru koşmaya başlamış. (İnanır mısın gıdışım, çocukken ben de öyleydim. Annem bakkala bir şeyler almaya gönderdiğinde, illa ki alacaklarımdan birini almadan dönerdim. Alacaklarımı unutmamak için de sürekli sayıklardım içimden.) Hiç hiç, hiç hiç, hiç hiç…

    O hiç hiç diye bağıradursun, yolu, deniz kenarında ağ çekmekte olan balıkçılara rast gelmiş. Sakar oğlan: Hiç hiç, hiç hiç diye bağırınca, kaptan bunu çağırmış ve ensesinin köküne şamarı patlatmış. Şamarı yiyince feleği şaşmış zavallının. Korkarak:

        — Yahu amca niye vurdun bana? diye sormuş.

        —Bir de soruyor musun? Biz denizden balık çekiyoruz. Sen, hiç hiç diye bağırıyorsun.

        — Ya ne demem lazım?

        — Beşer onar, beşer onar desene.

    Ee kaptan öyle söyleyince, bizim sakar oğlan hiç hiç demeyi bırakıp, beşer onar, beşer onar demeye başlamış bu sefer.

    Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yolu, bir mezarlığın önüne düşmüş. Bu gene: Beşer onar, beşer onar diye bağırınca, mezarlığa cenaze getirenler tabutu bırakıp, sakar oğlanı yakalamışlar. Öyle dövmüşler ki, sakar oğlanın gene feleği şaşmış.

        — Yahu bana niye vuruyorsunuz? diye sormuş.

        — Az bile vurduk. Biz mezarlığa cenaze getiriyoruz. Sen tutmuş: Beşer onar, beşer onar diye bağırıyorsun.

        — Ya ne demem lazım?

        — Allah rahmet eylesin diyeceksin. Tamam mı?

        —Tamam.

    Bizim sakar oğlan hiç hiç demeyi unuttuğu gibi, beşer onar demeyi de unutmuş. Bu sefer: Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin diye bağırmaya başlamış.

    Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yolu, koyun sürüsünün önüne çıkmış. Çobanın da o gün köpeği ölmüş. Köpeğin leşini sürüden uzaklaştırmaya çalışıyormuş. Bizim sakar oğlan: Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin diye bağırınca, çoban, köpeğin leşini bıraktığı gibi, şamarı indirmiş. Zavallı sakar oğlan, ensesinden canı çıkıyor sanmış.

        — Yahu amca, bana niye vuruyorsun?

        — Nasıl vurmayayım. Köpek leşine, Allah rahmet eylesin denir mi?

        — Ya ne demem lazım?

        — Öff! Ne pis kokuyor diyeceksin. Tamam mı?

        — Tamam.

    Sakar oğlan bu sefer: Öf ne pis kokuyor, öf ne pis kokuyor diye bağırmaya başlamış.

    Erken kalkan, yol alırmış derler. En sonunda kasabaya varıyor. Varıyor ama bas bas bağırmakta gene: Öf ne pis kokuyor, öf ne pis kokuyor… Zavallının yolu, hamamın önünden geçiyormuş. Hamamdan iki kadın çıkmış. Güzelce yıkanıp, mis gibi kokular sürünmüşler. Bizim sakar oğlan: Öf ne pis kokuyor deyince, kadınlar bunu aralarına alıp, bir güzel sopalamışlar.

        — Terbiyesiz, utanmaz seni! Biz hamamda temizlenelim, güzel kokular sürünelim de, sen bize: Öf ne pis kokuyor de.

    Yediği dayaktan bayılacak gibi olan oğlan:

        — İyi de teyzelerim, ne demem lazım?

        — Oh ne güzel oldu diyeceksin. Tamam mı?

        — Tamam.

    Oğlan nihayet çarşıya varmış. Varmış varmasına ama çarşıda da iki delikanlı, yumruk yumruğa kavga ediyorlarmış. Bu gene: Oh ne güzel oldu, oh ne güzel oldu diye bağırınca, delikanlılar kavgayı bırakıp, alıyorlar sakar oğlanı ellerine. Öyle bir dayak atıyorlar ki… Sorma gitsin.

    Bizim oğlan:

        — Yahu bana niye vuruyorsunuz? deyince,

        — Öyle söylenir mi? diyor delikanlının biri.

        — İyi de ne söylemem lazım?

        — Hiç yakışmıyor diyeceksin. Tamam mı?

        — Tamam.

    Bu sefer sakar oğlan başlamış, hiç yakışmıyor, hiç yakışmıyor diye bağırmaya. Hiç, hiç derken, oğlan kasabaya hiç hiç almak için geldiğini hatırlayıvermiş. Neyse girmiş bakkalın birine. Nineciğinin ısmarladığı tuzu alıp, koşa koşa eve dönmüş. Dönmüş ama yediği dayaklardan da, bir hafta yataktan çıkamamış vessalam. Hasta yattığını duyunca, gideyim de şu sakar oğlana geçmiş olsun diyeyim dedim. Evden çıkarken, annem:

        — Oğlum, görmüyor musun, yağmur nasıl yağıyor. Bu havada sokağa çıkılır mı? dedi. Şimdi yağmurun dinmesini bekliyorum. Giderken senin de selamını götüreyim mi?

İHTİYAR BALIKÇI VE KAYABALIĞI

    Bir varmış, bir yokmuş. Bu dünyada insanlar, denizlerdeki kumlardan da çokmuş. Evvel zaman içinde, memleketin birinde, bir padişahın oğlu varmış. Bu prens de çok yakışıklıymış. Yakışıklılığı, çok uzak diyarlarda bile bilinirmiş. Genç kızlar, prensi bir kere olsun görebilmek için, gözlerini kırpmadan tüm zorluklara katlanırlarmış.

    Prensin yakışıklılığı haberi, en sonunda karanlıklar ülkesine de ulaşmış. Padişahın oğlunun dillere destan yakışıklılığı, karanlıklar ülkesinin cadı prensesini meraklandırmış. Cadı prenses: “Böyle bir güzellik olsa olsa benim hakkımdır” diyerek yeryüzüne çıkıp, yakışıklı prensin sarayına varmış. Yakışıklı prensi görür görmez, ona vurulmuş. Vurulmuş ama prens, çevresinde o kadar güzel kız varken, hiç dönüp de cadı prensese bakar mı? Cadı prenses, yakışıklı prensin kendisiyle ilgilenmemesine çok kızmış ve onu, iri bir kayabalığına çevirivermiş.

    Yakışıklı prensin aniden ortadan kaybolması, memleketi yasa boğmuş. Nice genç kızlar, siyah matem elbiselerini giyerek yas tutmaya başlamışlar.

    Kayabalığı prens, kimi zaman denizde, kimi zaman kıyıdaki kayalıklarda yaşayarak, günlerini geçirmeye başlamış.

    Günlerden bir gün, fakir bir ihtiyar deniz kıyısına inerek, oltasını suya bırakmış. Eh! Balıkçılıkta hüner, sabırla balığın gelmesini beklemektir. İhtiyar da beklemeye başlamış. Bekle, bekle, bekle… Aradan saatler geçmiş, tek bir balık bile oltasına dokunmamış. “Eyvah! Bu gün de aç kalacağım. Zaten kaç gündür boğazımdan bir lokma yiyecek geçmedi. Bu gidişle açlıktan öleceğim.” diye kendi kendine söylenirken, aniden oltasının ucu titremeye başlamış. Hemen misinaya asılıp, çekmeye başlamış. Oltanın ucunda, çıka çıka bizim horozbina prens çıkmasın mı! İhtiyar balıkçı: “İşte talihim döndü. Bu kayabalığını yersem, açlıktan kurtulurum” diye sevinirken, kayabalığı prens dile gelmiş:

        — Ey insanoğlu! Sen beni yakaladın. Şimdi senin elindeyim. Beni yeniden denize salarsan, senin üç dileğini yerine getirir, mutlu olmanı sağlarım ama sen de son dileğin de olduktan sonra, beni yüzgeçlerimden öpmelisin. Çünkü ben de senin gibi bir insanoğluydum. Karanlıklar prensesi cadıya karşı geldiğim için, beni cezalandırıp balığa dönüştürdü. Benim yeniden insan olabilmem için, senin üç dileğini yerine getirmem, senin de beni yüzgeçlerimden öpmen gerekir demiş. Bu sözleri duyan ihtiyar balıkçı: “Ben bu kayabalığını yesem, elime ne geçecek? Yarın gene aç kalmayacak mıyım? İyisi mi, ben bu kayabalığından üç istekte bulunayım” diye düşünmüş ve kayabalığı prense:

        — Bana öyle bir saray yap ki, duvarları altından, kapıları zümrütten, camları pırlantadan olsun demiş.

        — Hay hay! Bu ilk isteğini hemen yerine getireceğim.

        — İyi ama diğer isteklerimi bildireceğim zaman, ben seni nerede bulacağım? -

        — Sen hiç merak etme. Sen ne zaman deniz kıyısına gelirsen, ben burada olacağım.

    İhtiyar balıkçı ağır aksak adımlarla gecekondusuna dönmüş ama gecekondusunun yerinde yeller esmekteymiş. Onun yerinde öyle bir saray duruyormuş ki, anlatmaya kelimeler yetmeyecek güzellikte imiş bu saray. İhtiyar balıkçı, sevinçten az daha aklını oynatacakmış. Sabaha kadar gözüne uyku girmemiş.

    Sabah olunca, doğru deniz kıyısına yollanmış ve:

        — Kayabalığı, kayabalığı! diye seslenmiş. Kayabalığı prens, hemen başını sudan çıkartmış:

        — Ee dedecik, bu kadar erken geldiğine göre, ikinci dileğini de yerine getirmemi isteyeceksin herhalde.

        — Doğru söyledin kayabalığı. Evet, çok güzel bir sarayım oldu ama bu ihtiyar halimle, ben bu sarayı ne yapayım? Sen en iyisi beni gençleştir ki, ben de sarayımda yaşamanın keyfini çıkarayım.

    Kayabalığı suya dalarak, gözden kayboluvermiş. İhtiyar balıkçı çaresiz sarayının yolunu tutmuş ama gençleştiği falan yok. Kuşku içinde “acaba bu kayabalığı beni kandırdı mı?” diye düşünerek, sarayının kapısına varmış. Kapının som altından olan tokmağını tuttuğu anda, aklaşmış saçları siyahlaşmaya, buruşmuş derileri gerilmeye, eğrilmiş kemikleri doğrulmaya başlamış. Kapıyı kapatıp sarayına girdiğinde, on sekiz yaşında bir delikanlı oluvermiş. Sarayın merdivenlerini dörder dörder inip çıkmaya; sarayın salonunda, durup dinlenmeden taklalar atmaya başlamış.

    Ertesi sabah, yüzünü bile yıkamadan, -yüzünü yıkamış olsa, daha iyi ederdi bence- soluğu deniz kıyısında alıp, kayabalığına seslenmiş. Daha o son heceyi bitirmeden, kayabalığı kıyıya yanaşmış:

        — Buradayım, telaşlanma. Hadi son dileğini söyle de, ben de özgürlüğüme kavuşayım demiş.

        — Üçüncü dileğim: Bu saraya layık, genç ve güzel bir kızla evlenmektir.

        — Üçüncü dileğini de yerine getirmek, benim için mutluluk olacaktır. Ancak bu dileğin gerçekleştikten sonra, sakın ha bana verdiğin sözü unutayım deme. Yoksa ben bu uçsuz bucaksız denizin içinde, sonsuza kadar kayabalığı olarak kalakalırım.

    Eski ihtiyar balıkçı –artık genç tabii- koşarak, atlayarak sarayının yolunu tutmuş. Tutmuş ama daha saraya varmadan, bir gürültü, bir kalabalık ki… Sormayın gitsin. Meğerse o memleketin padişahı, kızını bizim balıkçıya vermek için, halkla beraber yollara düşmüş. Padişah balıkçıyı görünce:

        — Bak delikanlı! Bu genç yaşında, benim sarayımdan güzel bir saraya sahip olmuşsun. Bu kadar büyük ve değerli bir sarayda, genç bir delikanlının yalnız başına yaşaması yakışık olmaz. Sen de uygun bulursan, seni kızımla evlendirmek isterim. Hem artık ben de yaşlandım. Benim yerime padişah olursun. Bana sarayında bir odacık verirsen, doğacak torunlarımla güler oynar; ömrümü tamamlarım diye konuşmuş. Aman! Körün aradığı bir göz! Balıkçı, padişahın teklifini hemen kabul edivermiş.

    Padişah düğünü olur da, iki üç günde biter mi hiç? Kırk gün kırk gece davullar vurulmuş. (Ben o düğüne gidemedim. Oh olsun! Annemin sözünü dinlemeyip, terliyken su içtim; hastalandım. Mahallenin bütün çocukları gittiler tabii düğüne. Kıskançlıktan, az daha çatlayacaktım anlayacağınız.) Neyse, o düğün telaşı içinde bizim balıkçı damat, kayabalığına verdiği sözü unutmuş. Bu arada da düğünün son gününe, yani kırkıncı gününe gelinmiş.

    O memlekette de adetmiş: Düğünün son günü, balık biçiminde bir pasta yapıp damada yedirmeden, damatla gelinin yan yana gelmelerine izin vermezlermiş. Balıkçı pastadan balığı görünce, kayabalığına, ona verdiği sözü hatırlamış ve:

        — Aman, Allah’ını seven beni tutmasın. Benim hemen deniz kıyısına gitmem gerek. Beni bırakmazsanız, ben gelinle bir araya gelmem diye sağdıçlarına seslenmiş. Ee sağdıçlar da ne yapsın şimdi? Ne de olsa padişahın damadı. Mecburen balıkçının deniz kıyısına gitmesine ses çıkaramamışlar.

    Balıkçı koşa koşa deniz kıyısına varıp seslenmiş. Daha son hecesini tamamlamadan, kayabalığı kıyıya yanaşıvermiş. Balıkçı, kayabalığını tuttuğu gibi yüzgeçlerinden öpüvermiş. O anda kayabalığı, dünya yakışıklısı bir delikanlıya dönüşüvermiş. Balıkçı, dünya yakışıklısı genci yolcu etmiş. Kendisi de, hemen gelinin yanına koşmuş.

    Yakışıklı prens az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. En sonunda memleketine ulaşıvermiş. Onun geldiğini haber alan bütün genç kızlar, yas giysilerini atıp, sarayın önünde toplanmışlar. Yakışıklı prens ne yapsın şimdi? Birinden birini seçse, diğerleri üzülecek. Hemen bir elma alarak sarayın penceresine çıkmış:

        — İçinizden hanginizi seçersem, diğerleri üzülecek. En iyisi, biz bu seçimi şansa bırakalım. Elimdeki elma kime değerse, ben onunla evleneceğim. Anlaştık mı? Bütün kızlar tek bir ağızdan yanıt vermişler:

        — Anlaştık! Yakışıklı prens, elmayı kalabalığa doğru fırlatmış…

TÜLÜMENCİKLER

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir tülümencikle, üç yavrusu varmış. Bu tülümencik her gün, ot yiyip etlenmeye, su içip sütlenmeye gidermiş. Eve gelip: Açın yavrularım kapıyı, ben geldim dermiş. Evden çıkarken de, yavrularını sıkı sıkı tembihlermiş:

        — Aman yavrularım! Ben gelmeden, sakın kapıyı kimselere açmayın. Yavruları sorarmış:

        — İyi ama anne, biz senin geldiğini nasıl anlayacağız?

        — Kuzucuklarım! Ben kapıya geldiğim zaman: Ot yedim etlendim, su içtim sütlendim. Açın kapıyı yavrularım ben geldim diye seslenirim.

    Yine tülümencik her günkü gibi ot yiyip etlenmeye, su içip sütlenmeye gitmiş. Gitmiş gitmesine ama oralarda da bir boz ayı yaşarmış. Bu boz ayı, tülümencikle yavrularının konuşmalarını gizli gizli dinlemiş. Kendi kendine: Aç ayı oynamaz derler. Benim yürümeye bile dermanım yok. İyisi mi, tülümenciğin evine gideyim de, onun yavrularını afiyetle yiyeyim demiş. Evin kapısına varmış:

        — Ot yedim etlendim, su içtim sütlendim. Açın kapıyı yavrularım ben geldim diye seslenmiş. Yavrular:

        — Annemizin kadife gibi sesi vardı. Senin sesinse, boru gibi çıkıyor. Sen, bizim annemiz değilsin diye bağırmışlar kapının ardından. Boz ayı evden biraz uzaklaşarak zamanın geçmesini beklemiş. Gel zaman git zaman, tam da tülümenciğin evine dönmesine yakın bir saatte, yeniden kapıya gelmiş ama bu sefer sesini tülümenciğin sesine benzeterek:

        — Ot yedim etlendim, su içtim sütlendim. Açın kapıyı yavrularım ben geldim diye seslenmiş. Yavrular annelerinin geldiğinden emin olmak için:

        — Sesin, annemizin sesine benziyor ama biz senin, annemiz olduğundan emin olamadık. Bizim annemizin elleri, ayakları kınalıydı. Kapının arasından, bize kınalı ellerini gösterirsen, senin annemiz olduğunu anlarız. Boz ayı ne yapsın? Bu sefer hemen kulağını keserek, akan kanla ellerini kollarını boyamış. Kapıya gelerek, elini içeriye uzatmış. Zavallı yavrular, boz ayının bu hilesini anlayamadıklarından, annemiz geldi diyerek kapıyı açmışlar. Kapı açılır açılmaz, boz ayı yavruları birer birer yemiş. Kemiklerini de evin ortasına açtığı çukura gömerek çekip gitmiş.

    Gel zaman git zaman akşam olmuş ve tülümencik yuvasına dönmüş:

        — Ot yedim etlendim, su içtim sütlendim. Açın kapıyı yavrularım ben geldim diye seslenmiş. Seslenmiş seslenmesine ama içerden yanıt veren olmamış. Tülümencik kuşkuyla kapıyı aralayarak içeri girmiş. Bir de ne görsün? Yavrularının kemikleri, orta yerde durup durmakta. (Evlat acısı, en büyük acıdır derler.) Tülümencik, yavrularının kemikleri başında and içmiş:

        — Yavrularımı yiyeni bulup, ona cezasını vermezsem eğer, bu yaşam bana zindan olsun!

    Tülümencik, başlamış yavrularını kimin yiyebileceğini düşünmeye: Benim yavrularımı kim yediyse, mutlaka dişlerinin arasında, et parçaları kalmıştır.

    Gide gide kurda rastlamış. Zavallı kurt, açlıktan bir deri bir kemik kalmış.

    Tülümencik:

        — Kurt kardeş demiş, seni zayıflamış gördüm; hayırdır?

        — Açlıktan ölüyorum tülümencik kardeş. Bak, dişlerimin kovukları bile bomboş.

    Tülümencik bir de baksa ki, sahiden de, kurdun dişlerinin arasında, bir kıymık et yok: Benim yavrularımı yiyen kurt olamaz demiş ve kurda alasmarladık diyerek yoluna devam etmiş.

    Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yolu, boz ayının ininin yakınına varmış. Bir de şu ayının inine bakayım. Belki de yavrularımı yiyen ayıdır demiş. Gele gele bir de gelse: Ayı ininin önüne oturmuş; yalanıp durmakta. Bir yandan da yediği yemeklerin doygunluğuyla, boz ayıyı uyku bastırmış. Ha bire esneyip durmaktaymış. O böyle esnerken, tülümencik, boz ayının dişlerinin arasında, yavrularından kalan et parçalarını görmüş. Anlamış yavrularını yiyenin boz ayı olduğunu. Hemen bir plan yaparak ayıya seslenmiş:

        — Ayı kardeş, ben zavallı bir tülümencik koyunum. Ne olursun seninle dost olalım. Bu ormanda, senin gibi dostu olmayan bir hayvanın sağ kalması imkânsız. Eğer benimle dost olmayı kabul edersen, bu akşam senin onuruna ziyafet vereceğim. Ziyafet sofrasında, kuş sütünden gayrı her şey olacak. Anlaştık mı? Boz ayı, ziyafet lafını duyunca yelkenleri suya indirmiş:

        — Eh, madem benim gibi güçlü bir ayının dostu olmak istiyorsun. Bu teklifini kabul ediyorum. Ancak dostluğumuzun sürmesi için, haftada en az bir kere bana ziyafet vermen gerekir. Bu şartımı kabul edersen, senin dostun olmayı kabul ederim. ( Kendini dev aynasında görmek, karşısındakinin gücünü hesap etmemek ve açgözlü olmak, çoğu zaman insanın başına türlü dertler açar; bilesin.) Tülümencik hemen: Başım gözüm üstüne ayı kardeş demiş; yeter ki istediğin bu olsun.

    Neyse, akşam tülümenciğin evinde buluşmak üzere sözleşmişler. Tülümencik hemen kafasında bir plan yaparak evine koşmuş. Boz ayının, yavrularının kemiklerini koymak için açtığı çukuru iyice derinleştirmiş ve içine odun közleri doldurmuş. Üzerini de halıyla kapatarak, intikamını almak için beklemeye başlamış.

    Zaman denen şey yerinde durur mu? Akşam oluvermiş. Boz ayı oflaya puflaya, tülümenciğin kapısına dayanmış:

        — Huu! Tülümencik, ben geldim demiş. Tülümencik içerden seslenmiş:

        — Ayı kardeş, mutfakta, kaz ciğeri pişiriyorum senin için. Sen rahatına bak.

    Boz ayı içeri girip, odanın ortasına yürümüş. Tam halının üstüne basmış ki: Yallah çukurun içine. Başlamış boz ayı haykırmaya:

        — Tülümencik kardeş yetiş! Postum tutuştu. Bacacıklarım yanmaya başladı. Ne olur yardım et bana.

    Tülümencik közle dolu çukura yaklaşmış ve ayının gözlerinin içine bakarak:

        — Oh olsun sana demiş. Sen benim yavrularımı yerken, hiç onlara acıdın mı? Bak, kendi kazdığın kuyuya, kendin düştün. Debelen dur bakalım. Boz ayı, ayakları yandıkça, çukurdan çıkmak için çırpınıp dururmuş ama boşuna. Yanmış gitmiş boz ayı.

    Geçen gün, evde süt bitmişti. Annem:

        — Oğlum, git şu tülümencikten bir bakraç süt iste dedi. Vardım gittim kapıya. Seslendim:

        — Tülümencik, huu! Kapı açılmadı ama içerden, incecik sesiyle bir kuzu meledi:

        — Annem ot yiyip etlenmeye, su içip sütlenmeye gitti dedi. Kapıyı da kendisinden başkasına açmamamızı tembihledi.

        — Aferin size dedim; anne sözü dinleyenin başı ağrımaz. Anneniz geldiğinde, şu bakracı sütle doldurursa sevinirim.

    Bakracı bırakıp eve döndüm. Anneme, tülümenciğin yeniden yavruladığını ve ot yiyip etlenmeye, su içip sütlenmeye gittiğini söyledim. Şimdi pencere kenarına oturdum; tülümenciğin evine dönmesini bekliyorum. Geldiğinde, gidip sütümüzü alacağım. Size de getireyim mi? Biliyorsun, yatmadan önce bir bardak süt içersen boyun uzar. Güçlü kuvvetli olursun.